DİNİ YALANLAYANLAR -III-
Dini yalanlayanlar, yukarıda saydığımız vasıflarının yanında ayrıca son derece bencil ve egoist bir tutum içinde olurlar.
Enâniyetleri onları şefkat ve merhamet duygularından da uzaklaştırır. Vicdanlarını köreltir. Acımak nedir bilmezler, insaftan zerrece eser yoktur kendilerinde.
Birileri karşılarında acından ölse, ilgilenmezler, bir lokma ekmek, bir yudum su vermezler. Açlık ve susuzluktan can çekişenlerin bu acı durumları karşısında o vicdansızlar tüylerini dahi kıpırtatmazlar, oldukça hissiz ve duygusuz olurlar.
Şâşaalı ve debdebeli hayat sürmek tek emelleridir onların.
Herkese tepeden bakarlar, oldukça konforlu yaşamaya çalışırlar.
Son model arabalarla gezerler, kuş tüyü yataklarda yatıp kalkmayı severler.
Rahat ve zevkine düşkün insanlardır.
Onların Peygamber (s.a.v) Efendimizin:
Mişkâtül-Mesâbihde 4991 numaralı hadiys-i nebevisinde: Komşusu aç iken (onun açlığını bildiği halde buna duyarsız davranıp onların açlık ve susuzluklarını gidermeden ve vicdanı sızlamadan, tam bir rahatlık içinde, kendisi behâim gibi yiyip içerek, midesini tıka basa doldurup) tok olarak uyuyup geceyi öylece geçiren kimse (imânın halâvetine erememiş ve gerçek mânâda Allâh (c.c) ve Rasûlünün arzuladığı ve târif buyurduğu şekilde) imân etmemiştir. Nebevî fermanından da habersizdirler, ya da bilerek öyle davranmaktadırlar.
Dini yalanlayanlar veya dine içten ve samimi inanmayan kimseler, kazançlarını da kolay yollardan elde eden, kazançlarında pek alın teri olmayan kimselerdir.
İşte bu sebepledir ki, onlar serveti lâyık olduğu yerlere sarfetmeyip, gayr-i meşru yollarda ve yerlerde çar-çur ederler.
Hasan-ı Basrî (r.a)ın Bir kimsenin malını nereden kazandığını öğrenmek istiyorsanız, onu nereye harcadığına bakınız sözü tam da dini yalanlayanların özelliklerinden bu vasfına cuk diye oturmaktadır.
Evet gerçekten de öyledir. Kazanç meşru ve helâl yollardan kazanılmamışsa, hayrî hizmetlerde harcanamaz. Harcanmamaktadır.
O bakımdan kazancın, servet ve sâmânın kazanıldığı yollar, zeminler de çok önemlidir.
Hani halkımız arasında sık sık söylenen, esâsen kökü acemlere dayanan bir söz vardır:
Haydan gelen Hoya gider.
Ama ne var ki insanlarımız sözlerin analizini yapmaktan kaçındıkları, ya da üşendikleri veya umursamadıkları için pek çok deyimi asıl kavramının dışında ve tam tersine anladıkları gibi bu güzel deyimi de ne yazık ki tersinden ele alıp maksadının dışında bir mânâ ile anlamışlar ve yıllar yılı yanlış anladıkları mânâda kullanmışlardır.
Hay ve Hoy kelimeleri İranlıların dili olan Farsça kelimelerdendir. Her ikisi de Allâh (c.c) adına kullanılır. Yâni Allâh (c.c) anlamındadır.
Durum böyle olunca bu deyimin asıl mânâsı Allâh (c.c)dan gelen Allâh (c.c)a gider demektir.
Halkımız bu güzel deyimi, bedâvadan gelen, kelepir olan, alın teri olmayan kazanç boşa gider anlamında kullanmışlardır hep.
Bu deyim bunu anlatmaz ama bedavadan, alın teri dökmeden, onun bunun sırtından, insanların haklarına tecâvüz edilerek elde edilen kelepir servet de, sahibine uhrevî hayatı için hiçbir fayda sağlamayacak lüzumsuz, gâyesiz ve hikmetsiz yerlerde tüketilir. Öyle de olmaktadır.
Dini yalanlayanlar, hayatın sâdece dünyâ hayatından ibâret olduğunu zanneden, ya da öyle olmasını arzulayan, bu arzuyla da her gün ölenleri gördükleri halde ölümü aklına getirmeyen, getirmek istemeyen gâfillerdir.
Aslında yukarıda dillendirmeye çalıştığımız Haydan gelen Hoya gider. Sözü Yüce Rabbimizin:
٠٠٠اِنَّالِلّٰهِ وَإِنَّآاِلَيْهِ رَاجِعُونَ٭سورةالبقرة:١٥٦[
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûne]
= Bizim varlığımız Allâh (c.c) içindir ve biz en nihayet Allâh (c.c)a dönücüleriz. (Yâni, biz Allâh (c.c)dan geldik yine Allâh (c.c)a döneceğiz, Allâh (c.c)a gideceğiz) -Baqara Sûresi: âyet. 156- âyet-i celiylesi ile tamı tamına örtüşmektedir.
Dini yalanlayan servet yığıcılarının, servet avcılarının bu âyet-i keriymeden de sanki haberleri yoktur.
Eğer bu âyetten haberdar olsalar veya bunun böyle olduğuna inansalar, ölümü de hiç akıllarından çıkarmayacaklar ve servet biriktirme hırsıyla sarhoş olmayacaklardır.
Kıssadan hisse:
Adamın adı Sinanmış.
Sinan güzel isim tabii.
Oğullarımıza, torunlarımıza bu adı verirsek güzel ve hoş olur.
Dünyâya pek güzel, eşsiz eserler bırakan mimarımızın ismidir aynı zamanda.
Allâh (c.c) bu güzel eserleri bizlere armağan edip öyle dâr-ı bekâya irtihal eden Mimar Sinanımıza rahmet edip mağfiret buyursun inşe-Allâh.
İşte adı Sinan olan mezkûr zat, her gün ölenlerin tabutları önünden getirilip götürülürken sorarmış çevresindeki insanlara:
Kim ölmüş, kimin cenazesi bu götürülen, tanıyor muyduk kendisini gibi sorular sorar, ölenin kimliğini öğrendikten sonra ya öyle mi? deyip boyun büker geçer gidermiş.
Bir gün yine bir cenâze önünden götürülürken yanındakilere aynı şekilde kim bu ölen? Diye sormuş.
Yanındakilerden:
Falan kimsedir. Cevâbını alınca, beyninde bir zonklama belirmiş. Jeton düşmüş anlayacağınız. Gafletten uyanıp kendine gelivermiş. Bu uyanışın akabinde de dudaklarından:
Her geçen gün tabutlar götürüldükçe,
Soruyorum acep kim ölmüştür diye.
Diyorlar ki: Falan ölmüş, filân ölmüş,
Ey Sinan gafletten uyan, kendine gel!
Bir gün de diyecekler ki Sinan ölmüş!
Sinanın uyandığı gibi, gafletten ayıkdığı gibi uyanıp ayıkmadıkça dini yalanlayanlar da nefislerinin uşaklığını, şeytanın köleliğini yapmaya ve hâşâ- paranın-pulun, servetin-sâmânın, şânın-şöhretin kulu olmaya devam edeceklerdir.
İnsanlık tarihinde dini yalanlayanlardan, servete, paraya-pula tapanlardan ve kendisini ilâh zannedenlerden, ölümü aklına getirmeyenlerden biri de Kârun lanetullâhi aleyhdir.
Zenginlik, servet denilince akla ilk gelen kimse Karundur. O kadar zengin o kadar zengindir ki, onun o servetini, paralarını günümüz teknolojisiyle yapılmış hesap makineleri ve bilgisayarların hesaplayabilmesi mümkün değil.
İşte Karun böyle bir servetin sahibi zannediyordu kendisini.
Bu servet bitmez tükenmez diye inanıyordu.
Hazinelerinin anahtarlarını ordularına taşıttırıyordu.
İsterseniz, Karunun servetini ve Karunun âkıbetinin ne olduğunu Kurân-ı Keriyme müracaat ederek Yüce Rabbimizden dinleyip, okuyup öğrenelim.
Yüce Allâh (c.c) Kurân-ı Aziymüş-Şânda:
اِنَّ قَارُونَ گانَ مِنْ قَوْمِ مُوسٰى فَبَغٰى عَلَيْهِمْ وَاٰتَيْنَاهُ مِنَ الْڮُنُوزِ مَآاِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوأُبِالْعُصْبَةِ اُولِى الْقُوَّةِ إِذْ قَالَ لَهُ قَوْمُهُ لَاتَفْرَحْ،اِنَّ اللّٰهَ لَايُحِبُّ الْفَرِحِينَ٭
[İnne qârûne kâne min qavmi Mûsâ febeğâ aleyhim ve êteynâhü minel-künûzi mâ inne mefâtihahü letenüü bil-usbeti ülil-quvveti, iz qâle lehü qavmühü lâ tefrah, innallâhe lâ yuhibbül-ferihıyne]
Muhakkak ki (Zenginliği dillere destan olan) Kârun, Mûsâ (a.s)ın kavminden idi. O onlara karşı (Mûsânın kavmine ve kendi milletine) azgınlık etmiş (her türlü zulmü yapmıştı). Biz ona öyle (bol ve yüklü) hazineler vermiştik. Şüphesiz o hazineler o kadar çoktu ki o hazinelerin anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir topluluk (askerler ve ordular bile oldukça güçlükle ve) zorlukla taşıyabilirlerdi. Ona (Bu zenginlik ve ihtişamından dolayı azgınlık ve zulme dalmış olan Karuna) milleti(nin bazı akıllıları ve düşünürleri, akl-ı selim sâhibi olanları: Ey Kârun! Sana emâneten verilen bu hazinelere ve servete güvenerek azgınlık ve taşkınlık yapma), şımarma! Bilmiş ol ki, Allâh (c.c) şımarıkları asla sevmez demişlerdi. -Kasas Sûresi:âyet.76-
Bazı kaynaklarda Karunun Mûsâ (a.s)ın yakın akrabalarından olduğu, hatta Mûsâ (a.s)ın tebliğ ettiği dine ve Mûsâ (a.s)ın risâletine inanıp kabül ettiği, tasdiklediği kaydedilmiştir.
Ne var ki, kendisine verilen bu büyük servet ve hazineler onu şımartmış, azdırmış ve dini yalanlamaya sevketmiştir. Rabbimizin:
وَاعْلَمُوآاَنَّمَآاَمْواَلُڮُمْ وَاَوْلَادُڮُمْ فِتْنَةٌ"٠٠٠ = [
Velemû ennemâ emvâlüküm ve evlâdüküm fitnetün]
= İyi bilin ki, şüphesiz (size verilen) mallarınız ve evlâdınız sizin için fitnedir, sınama ve imtihandır. -Enfâl Sûresi: âyet.28- âyet-i keriymesi ile duyurduğu imtihanı kaybetmiştir.
Oysa o İsrâil oğulları içinde Tevrâtı en iyi okuyan ve iyi bilen biriydi. İlim sahibi idi aynı zamanda. Lâkin ilmi ile böbürlenmesi, serveti ile şımarması onu dalâlete düşürüp saptırmış dini yalanlayanların safına sokuvermişti. O serveti bitmez tükenmez bir servet olarak biliyor ve o serveti kendisinin elinden kimsenin alamayacağına kanaat ediyordu. Emrinde ve hizmetinde çalışan ordular, yalakalar, çanakçılar, kendisi gibi dini yalanlayanlar pek çoktu. Onlara da güveniyordu. Ben ne dersem o olur zannediyordu.
Yanılıyordu ve yarın başına nelerin geleceğini, ne hale geleceğini bilmiyordu.
Tam bir şaşaa içinde yaşamına devam ediyor, kendisinden yardım talebinde bulunanları elinin tersi ile geri çeviriyor, hatta yardım talebinde bulunanlarla alay ediyor, üstelik onlara zulüm ediyor eziyet veriyordu. Bazen eziyetle de kalmıyor, fakirleri ve miskinleri cellatlarına öldürtüyor, bundan da zevk alıyordu. Kendisini ilâh zannediyor, hiç ölmeyeceğine inanıyordu.
Kurân-ı Keriymin ifadesiyle:
٠٠٠اَنَارَبُّڮُمُ اْلأَعْلٰى = [
Ene Rabbükümül-elâ]=
Ben sizin en yüce Rabbinizim diyordu. -Nâziat Sûresi:âyet.24-
Böyle diyor ve dini de Hz. Mûsâ (a.s)ı da yalanlıyordu, kendisini her şeye hakim biri olarak kabül ediyor, acziyetini bilemiyordu.
Bundan sonra başına neler geldi, ne oldu, âkıbeti nasıl olmuştur? Bunu da bundan sonraki yazımızda anlatalım.
Mehmet SARIKAYA